Bir süredir yazdığım yazıları yazıp yazıp siliyorum. Yazdıkça çoğalıyor, çoğaldıkça kayboluyorum. Sanırım bazen duygularımız bizden erken yaşlanıyor ve bizden hayatın geri kalanını alıyor. Hayatın kendini anlayanları cezalandırması olmalı bu.. ve hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı tanıyor, daha fazlasını değil.
Bugün en son yazın Londra’da izlediğim “The Family Man” “Aile Babası” filmini tekrardan izledim. Bu film neden bilmiyorum beni o kadar iyi anlatıyorki özlemlerimi, sahip olduğum ama sahip olmak istediğim şeyler arasındaki uçurumu… her izleyişimde gözlerim doluyor. Sıradan bir Hollywood Romantik komedisi olarak biliniyor aslında film fakat bence herkesin izlemesi gereken hayata dair büyük derslerin olduğu bir senaryo ve yapıt.
Nicholas Cage her zaman olduğu gibi harika bir oyunculuk sergilemiş; hayatı çözdügünü, anladığını zanneden, bu nedenle kör olduğundan renkleri yok sayan insanların gerçek renkleri ve gün ışığını görünce gözlerinin kamaşmasını ve saklanmak isteyişlerini anlatan bir masal yaratılmış.
“her şeye sahip bir insana ne verebilirsiniz?”
Kariyer diye kendini paralayıp yanlız olmak mı, yoksa gerçekten aşık olduğun kadınla ve iki çocuğun ile mutlu mesut ve mazbut bir hayat sürmek mi? Filmin başlarında sarışın bir yatak arkadaşını, en alasından bir ferrariyi, muhteşem bir ev ve işi görünce insanın aklı ister istemez oraya kayıyor. Fakat eksik olan bir şeyler var gibi. O da bir aile, bir aşk, samimiyet. Nicholas Cage hepsini yapmış ama bu kadar başarı, kariyer, zenginlik gibi şeyleri paylaşacak kimsesi yok. Sonra bir melek çıkıverir karşısına ve onu yıllar önceki bir kararına geri döndürür. O zaman farklı bir karar vermiş olsaydı hayatı bugün nasıl olurdu diye. İnsanı düşündüren bir film olduğu kesin, seçimlerle ilgili, kararlarla ilgili, iş mi aşk mı daha çok onunla ilgili…
Tea Leoni ve Nicholas Cage arasındaki kimyayı, yatakta yapmış oldukları konuşmaları ve birbirlerine olan bakışlarını tekrar gördüğümde aşık olduğum, sevdiğim kadının yanımda olmasını ve hiç konuşmadan gözlerinin içine bakabilmeyi, birlikte uyuyabilmeyi istedim. Filmin böyle yan etkileride mevcut.
Güzeller güzeli bir eşin var, hayatının yarısı saçma sapan işlerle geçiyor, ama keyif alıyorsun. Şikayet de ediyorsun ama sevdiğin kadın sana her şeyi unutturuyor, çocukların sana güzel gözleriyle bakıp “baba” diyor.. daha fazla bir şey mi istiyorsun, zenginlik mi, imrenilmek mi, saygı mı? Hepsinin gerçekten elinde olduğunu ama senin gördüğün açıyla değil, başka ve gerçek güzellikte bir açıyla bakılması gerektiğini öğretiyor…
Nerde Manhattan’in en zengin Ceo’su, nerde 2 çocuğuna zorla bakabilen, takım elbise almakta bile zorlanan, hobileri bowling oynamaktan ileri gitmeyen orta sınıfa ait lastik satıcısı.. yönetmenin filmde en başarılı yaptığı şey belki de Nicholas Cage’le beraber seyirciyi onun yeni hayatına alıştırmayı başarabilmesi olmuştur, o çocuklarına bakmayi ögrenip karısına aşık olmaya başlarken seyirci de aynı evrelerden geçer, ve tüm o büyü bozulduğunda Nicholas Cage kadar siz de üzülürsünüz.. fimin başından ortasına kadar adamın kaybettiği hayat için hayıflanırken, ortasından sonra kazandıklarını daha çok görmeye başlar o kazandıklarını tekrar kaybettiği zaman büyük bir boşluğa düşersiniz, içinizden “git çabuk bul şu Tea Leoni’yi ulan” lar geçirirsiniz…
Bu filmi izlerken birde aklıma Londra’da yanımdaki kişinin viski ve dipsosların etkisiyle çıkarttığı garip ses aklıma geldi birde bundan dolayı gülmekten gözümden yaş gelmişti ☺
Bir aile olmanın önemi çok izafi bir kavramdır, fakat benim için çok önemlidir. Bir aile , bir baba olmak benim için herşeyin ötesindedir. Berabersem birisiyle onun ötesinde, önceliğinde hiçbirşey yoktur. Bu filmi bu yüzden çok seviyorum. Ve arşivimde tutuyorum çocuklarıma izletmek için.
Buğüne kadar çok farklı ortamlarda çok farklı kişilerle birliktelik yaşadım. Yalıdada kaldım, 40m kare bir oda şeklinde evdede. Salonda koltuktada uyudum, çok pahalı bir oteldede, sofistike fransızca şarkılarla değil kimsenin anlamadığı bir ülküde türküler dinleyerek romantizmde yaşadım ve emin olduğum birşeyi söyleyimki bunlar o anların bir detayı olmaktan daha öteye gitmiyor. Huzur ve mutluluk çok farklı şeyler. Geriye kalan herşeyi çabalayarak elde edebiliyorsunuz fakat bazı şeyler karşılıklı isteklerle olabilecek mutluluklar ve onun bulunduğunda kaybedilmemesi için elden gelenin yapılması gerekiyor. Bir insan öncelikle kendisini düşünür yaratışı gereği, bir ilişkide uyuduğunuz yeri, zorlukları, bulunduğunuz durumları, kaybettiğiniz maddesel şeyleri önemsemiyorsanız o kişi artık o olmaktan çıkıp sizin bir parçanız olmuştur bu yüzdende onla ilgili diğer insanların kayıp olarak gördüğü hiçbirşeyi siz kayıp olarak görmezsiniz.
İnsan hayatında bazı şeyleri bence bir kere yakalıyor. Sahip olduğunuz şeyler hayatınıza dair birçok şey ifade etsede sizi ifade etmiyorsa aslında aradığınız mutluluk ve huzur başka biryerdeyse yol erkenken çabalamakta fayda var. Ben yaşadım bunu bütün çirkinlikleri, söylenenleri, yaptıklarımı, yapılanları bir kenara koyarak inandığım şeyin peşinden gittim. Ha olmadı. Ama olabilirdide kazanma ihtimali bile bence o riski almaya değer çünkü bir daha hayata gelmiyoruz ve bütün hayatımızı etkileyecek tercihler konusunda neresinden dönerseniz kar vardır. En azından bundan sonrası için sizin içiniz rahattır yapılabilecek herşeyi yapmışsınızdır. Buna rağmen sonrasında ya olsaydı düşünceleri aklınızdan çıkmıyor öyleki çok ciddi bir iş toplantısındayken yada çok güzel bir manzarayı izlerken bile olsaydı oda şimdi burada olacaktı diye ona kızmak gibi duygular yaratıyor.
Hayat insana bazı noktalarda 2. Bir şans tanımıyor tanıdığı şansın büyüklüğüne oranıyla bunu zorlaştırarak ne kadar sahip çıkacağınızı ölçüyor ve çabanıza emeğinize göre bunu size sunuyor. Ölürken pişmanlıklarla ölmemek için geç olmadan elinizden geleni yapmak, herşeyin çözülebileceğine inanmak ve çabalamak gerekiyor diye düşünüyorum. Yoksa hayat her şekilde devam ediyor… nasıl devam ettiği ve edebileceği sizin elinizde. Herşeye rağmen birarada kalındığı zaman hayatında sizin yanınızda olacağını düşünüyorum. Herkes bu filmi kesinlikle tekrar tekrar izleyerek hayatını sorgulamalı.
Bu arada sonunda kişisel sorunlarım ve Özge’nin yoğunluğundan açamadığımız sitesini galeri hariç aktif hale getirebildik, Dudaktan Kalbe dizinin başrol oyuncularından Özge Özder’in fotoğraf ve tasarımı bana ait olan kişisel web sitesine bir göz atın ki yorumlarınızı alabileyim. Güzel oldu gibi konsept 🙂
herkesin vardır geriye dönüp de değiştirmek istediği seçimleri…herkesin vardır bir ruh ikizi…herkes arar onu…her dokunduğu tene, tuttuğu ele, baktığı göze acaba o’mu diye tutunur…ama aşktan yana herkesin elinde eninde sonunda kalan hayalkırıklığıdır…belki de aşk budur..
aile aşkla kurulabilir ama “bir” olmak aşkla mümkün değildir…aşk bencildir…birden kastı “ben”dir…biz değildir..aile için aşk değil biz gereklidir..
gönül isterki aşkla “biz” olabilen aileler kurulsun…seçimler doğru olsun…bir meleğe ihtiyaç duyulmasın..
ama herkes o kadar şanslı değil ki…herkes aşık ama birazımız şanslı..ve gerçek hayatta bir meleğimiz yok…işte gerçeğin filmden farkı..