İçimde kelimler bir süredir doğum sancılarıyla kıvranıp duruyor… ve bütün yoğunluklarımdan arındığım şu günlerde sonunda dökülmeye başladılar.
Bugün günlerden neydi… dün ısrarla Perşembe olduğunu düşünüyordum, taa ki arkadaşım Çarşamba olduğunu söyleyinceye kadar.. sanırım 2010’a yeni yeni girmeye başladım. 2010’un ilk yazısı.. fakat ilk kez yazıyormuş gibi heyecan duyuyor ve sayfalarca yazmak istiyorum. Özlemişim evimde kendimle başbaşa kalıp karalamayı.. ölümden kurtarabildiklerimi kurtarmayı.
2010 üzerine söylenecek henüz çok şey yok. Yılbaşını 4 gün kutladım, mümkün olsa 40 gün 40 gece kutlardım. Neşter soğukluğundaki ellerimin dokunduğu her yer yeşeriyordu. Güzeldi.
2010’a tam giremedim dedim ya sanırım 2009’un yoruculuğu hala ensemdeydi ki bir türlü çıktığımı, 2009’un bittiğine bünyeyi alıştıramadım.
2009 hayatımın deneme yanılma senesiydi, kendine imza arayan çocuklar gibi karaladım kurdum hayatımın en beyaz dakikalarını… kaybolup kaybolup kendimi tekrar bulduğum bir sene oldu. Herhalde 19 senelik eğitim hayatımın toplamında aldığım dersten daha fazla ders aldım bu seneden… sene biterken fark ettimki nefes almak bile beni yormuş, yıpratmış bu sene içinde. Yinede hala yaşıyorum, öldürmeyen herşey güçlendirirmiş ya büyük bir yalan o. Ben güçlü olduğum için hala yaşıyorum. Sadece gücünüzü kontrol etmeyi öğreniyorsunuz, her boşluğa düşüşünüzde düşmemeyi, düşerseniz nasıl çıkacağınızı öğreniyorsunuz. Bu doğumdan gelen bir içgüdü olsa gerek… Tufan abide böyle derdi.
Kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın oradan dercesine gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize.
Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir üstelik bir de baba verilmiştir emrimize. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz.
Ancak büyüdükçe annemiz de, babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. Kardeşimiz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı fark ederiz. Bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayâller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimiz sanmayı bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz.
Yeni yetmelik çağımızda anne baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağlılık alır. Arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. Keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veririz ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. Ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır.
Ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapımızı. Aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. Bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin anlamını onda ararız. Kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. Artık mutluluğu yakaladığımızı sanırız. Şansı yolunda gidenler belki de mutluluğu yakalar ama kısa süreliğine.
Çok geçmeden, koca bir kamyonun küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya düşlerimizi parçalayıp verir elimize. Yaşam o kahrolası oyunlarından birini daha oynar bize. İlk sevgili ellerimizden kayıp, bilinmeyen sularda kaybolur gider. Bu serüvende bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızılayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır.
İlk sevgiliyi yitiriş de bir uyarıdır aslında. Ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir ama bunun da farkına varmayız. Yeniden âşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: Evleniriz.
Biriyle birlikte yaşarsak yazgılarımızın birleşeceğini, yazgılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. Derken çocuklarımız olur. Yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. Oysa o gözüpek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terketmiştir bizi.
Derken annemiz babamız en büyük ihaneti yapar; hangi yaşta olursak olalım henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. Ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz ama ne yapsak boşuna ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. Ta ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek teslim alana kadar. Ama tuhaftır kaybedeceğimizi bilsek de yaşamayı sürdürürüz. Çünkü hiç bir yerde yazılı olmayan o büyük yasa böyle demiştir. Çoğumuz kaybettiğimizin bile farkına varmayız; her gün biraz daha azala azala yanmakta olan mum gibi tükeniriz.
Bazılarımızsa bu acı gerçeği fark eder. Fark edenlerden bir kısmı kaybetmeye dayanamaz, oyunda yenildiklerini anlayınca mızıkan çocuklar gibi hem kendilerinin, hem de çevresindekilerin günlerini cehenneme çevirip, mutsuzluk denizinde ağır ağır boğulup gider. Diğerleri ise bir gün yok olacaklarından emin oldukları halde ne heyecanlarından ne umutlarından ne de sevinçlerinden vazgeçerler. Sonunda başlarına neler geleceğini bile bile ölümle sınırlı bu maceranın her evresini her anını merak eder bir çocuk gibi şaşarak ve hayretler içinde kalarak yaşarlar. Onlar yaşamı asla mutluluğa indirgemezler. Çünkü mutluluğa indirgenmiş bir yaşam, yoksul geçirilmiş bir ömürdür.
Yaşamı mutluluğa indirgeyenler de ruhsal açıdan yoksul kimselerdir. Ruh zenginliğini kazanmış olanlar, yaşamı acısıyla mutluluğuyla ihanetiyle çirkinliğiyle kabul edenlerdir. Onlar ki kaybetme sanatını öğrenmişlerdir. Bu yüzden yaşama katlanabilme yeteneğini geliştirmişlerdir.
The end.
Son olarak son 1 aydır aralıksız dinlediğim, motivasyon kaynağım, cep telefonu melodimim olan parçayı bonus olarak sunuyorum.
White Lies – Death
” ölümden kurtarabildiklerimi kurtarmayı”
Tek başına bu cümle bile tüm yazılarınızı okumam için yeterli….
Ne ekersen onu biçersin bunu hiç bir zaman unutma… 🙂 ders olmustur umarim …
ask…kaybetmekten korkmaktan ibaret…..
Başarılı betimlemeler.
Çok beğendim…
Hatta son haftalarda okuduğum yazılar içinde, en iyilerden biri diyebilirim 🙂
Yalnız bir kez daha anladım ki; bilgisayarda siyah üzerinde beyaz yazı okumak gözü çok yoruyor 😉
sürekli mutlu gözüken , yada gözükmeye çalışan insanlar, kırgınlıklarını gizlemeye çalışan insanlar…yazının sonu bana böyle insanları hatırlattı..