doğrudan kana karışacaksak… gece yarısını çok ama çok geçe.. birkaç saatten beri yagmur yağmaktadır ve giderek daha az aracın geçtiği caddeye, sokak lambalarının altında süzülen yagmur, isiklari sonen binalarda hala uyumamis bir kac daireye  bakarak kirmizi sarap yudumlanır, digiturk’te somine esliginde rolling stones çalmaktadır. şarkı aralarındaki boşluklara şehrin sessizliği sızmaktadır. gece kente yagmur yağmaktadır, ışıkları sönmüş apartmanlar ıssız mezar taşları gibi uykudadır. uçları cicek acmaya başlamış ağaç dalları uykudadır. şarap şisesi, odadaki gölgeler, aşık olduğun kadın, kitaplar, sözcükler uykudadır. bütün şehir uykudadır. gökyüzünden boşalan yagmur tanelerinden birini bile kaçırmamak için sanki, hızla dolaptan yeni bir sise alırsın. soğuk pencere camlarına burnun değecek kadar yaklaşır, şehrin islak damlalarinin altında usulca çıkardığı mırıltıları, digiturk 411. kanalin dönen playlistinde çalan o eski şarkılar ve soğumaya yüz tutmuş kalorifer peteklerinin esrarengiz çıtırları eşliğinde dinlersin..

bazı şarkıların dinlemeden güzel olduğunu bilirsiniz, belki de hep onun için bekliyordunuz. kimi öyle bir an yaşarsınız ki, aslında uzun süredir o anın içinde olduğunuzu ama bunu yeni farkettiğinizi anlarsınız. kimi zaman bir metin okursunuz ve kendinizin yazdığına yemin edebileceğiniz sözcükler dokusu unuttuğunuz ama size siz kadar yakın birşeyleri anımsatır. aynı dili konuşan insanların birbirlerini kalabalıkların uğultusu içinde seçtiklerinde içlerinde hissettikleri sıcaklığı andıran bir duygu benimki. aynı şeyleri anlatma çabasının, camlardaki buğuda saklı hüznün, yemek ve rutubet kokan kasaba sokaklarının, yitip gidene uzatılan elin, gece karanlıklarının ve istasyon hüzünlerinin kırık hikayesi.

hayat sorular sormak ve yanıtlar aramaktan ibarettir bir anlamda. iyi-kötü üzerinde düşünmek, sözcükleri zorlamak, düşünceleri olabildiğince esnetmektir. bu anlamda soruları yanıtlamaktan daha önemli olan doğru soruları sormaktır. yanıtlar nasıl olsa kendiliğinden oluşacaktır.

eski bir rivayet dünyada daha önce hiç sorulmamış o sorunun ansızın gökyüzünde beliren ışıklar gibi akıllardan birine düştüğü taktirde bir daha hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağını ve o gün yeni bir çağın başlayacağını söyler. bir başka rivayete göre ise o gün çoktan yaşanmıştır.

kaybedilen inanclar o soruyu aramaktadır. belki de çoktan bulunmuştur. biliyorum. romanlarin tamamini hic okumam fakat okudugum satır aralarında kalmış eski hikayeleri ve şiirleri bekliyorum.

‘yaşayarak kirletmeseler her şeyi..’

insan yaşlandıkça daha çok anlıyor galiba bunu. yaşlandıkça elimizdeki hayatı fazla değiştiremeyeceğimizin farkına varıyoruz. her geçen gün aslında şanslarımızı bir bir tüketiyoruz. o şehirdi, şu kadındı, a$ktı, çocukluktu, ayrılıktı, mutluluktu. bazen hasbelkader gidiyor hayatlarımız, kontrolün bizde olmadığını hissediyoruz. tahtadan eksilen satranç taşları gibi, alınıp bir kenara konuyor fırsatlar.

bense, bu duyguyu pek erken bir zamanda, lisedeyken hissediyordum. hayatım sanki platonik aşk ile öss arasına sıkışmış kalmış gibiydi. sıkıştığı kayaların arasından ne kalbimi, ne mutluluğu, ne huzuru, ne de umudu çıkaramamıştım. biliyorum, bunla gençliğin depresyon merakı diye dalga geçiliyor. belki de meraktan ben koymuştum o kayaları oraya; ama elimde değildi, devre bir yerlerde tıkanmıştı.

neyse ki zaman vardı. “dilerim güçlüdür zaman bu acıdan” diyor ya feridun düzağaç, aynı onun dediği gibi… zaman esti geçti yüzümden, sonra hislerimi ve gelecek umudumu avcuma bıraktı…

sonra tekrar başka nedenler buldum, hayatımı onların arasına sıkıştırdım. neyse ki, bu sefer doğru yerdeyim sanırım. sanırım.